28 Kasım 2012 Çarşamba

Mum

İki gündür evde yatıyorum.
İlaçların etkisi mi, vücudumun isyanı mıdır bilmem tabiri caizse -ölü gibi- uyuyorum. Gözümü açınca, ya da uykumdayken sevgilim, annem-babam, Ezra, abim (ağabey) kimisiyle konuşmuş ama yarım hatırlıyor kiminin aradığını bile hatırlamıyorum.
Bu kadar uykudan sonra biraz kendime geldim. Yarım saat sonra yeni bol parasetamollu ilacımı içip yeni bir seansa başlayacağım.
Bugün uyku aralarındaki yemek ve vitamin depolama zamanlarımda kendimce ustalara saygı kuşağı yaptım, saygılar "Francis Ford Coppola" ya idi. Film ise Apocalypse Now. IMDB puanının 8.6 olduğunu öğrenip başladım izlemeye, nasıl psikolojik, nasıl ağır. İçim darlana darlana yarım saat izleyip 2şer saat uyuya uyuya bu uzun mu uzun(202 dk) filmi izledim. Martin Sheen'in oyunculuğuna alkış tutarken; filmdeki Kurtz'un (Marlon Brando) felsefesini net anlayamadım. (Sarışınlığım bazen ağır tutuyor, evet) Film aslında akıcı ama içindeki kavramlar ağır, böyle durup durup düşünmen gerekiyor. Bir yandan da yol filmi, bu yanı güzel.

Neyse film bana savaş zamanında insan psikolojisinin gel-gitlerini, askerliğin ne denli boktan bir şey olduğunu (bunu filmden önce de deneyimlemiştim), akıl ile delilik arasındaki o ince çizginin aşılmasının hiç mi hiç zor olmadığını, insanın savaştığı sebebi unutup sistemin içinde kaybolabileceğini falan düşündürdü. Bu arada bu yazıda mumlardan bahsedecektim ama şimdi filmi bu kadar ayrıntılı anlatma nedenime geliyorum:

Gerdi beni.

Öyle gerildim ki, sanki ben de o teknenin güvertesinde silah tuttum. Benim de arkadaşlarım öldü, yaralandı. Dedim ki biraz sakinleşmem lazım. Joy FM'i açtım, köşe lambamı ve mumlarımı yaktım. Joy FM'de "Kerem Görsev'le Caz Yeşili" programı devam ededururken, aynadaki yansımama baktım. Burnum hala şiş, doktor 3 ay ile 1 yıl arası demişti ki makul. Yüzüm hastalıktan solmuş. Yine de bir sevdim kendimi. Sonra düşündüm ki mum ışığı etkisi (candle affect).
Evet, bunun üstüne kafa yorup şu sonuçları çıkardım:

  1. Mum ışığının votka etkisi var.
  2. Romantik bir yemeğin olmazsa olmazı meğer insanları daha güzel gösterip karşı cinsi heyecanlandırdığı için varmış!
  3. İsveçliler hep köşe ışığı ve mum ışığı ile aydınlanırlar (İsveçlilerin doğayı ve geleceği ne kadar çok düşündüklerini, gelecek nesillere güzel bir dünya bırakmak için rüzgar enerjisini ölesiye yaymaya çalışmaları, geri-dönüşüm, poşet ve su konusundaki hassasiyetlerini göz ardı ettim burada) demek ki mum ışığının etkisinin farkındalar, bunu uygulaya uygulaya (Bir şey kırk defa söyleyince olur mantığıyla) tüm nesil güzel olmuş! -Çok zorladım. 
Joy FM mi yoksa mum mu bilmem rahatlattı beni. 
İlacımı alıp uyuyuabilirim artık.
Love is blindness.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Kal-mar

İsveç ve oradaki deneyimlerimden oluşan bir anı blogu açacağım 2 yıldır.
Buraya yazayım da utanır açarım belki.
Yaşasın sarı insanların ve insanlığın ülkesi!

Hiç Böyle Hayal Etmemiştim!

Bugün bir arkadaşım dedi ki: "Sen İstanbul'da okumadın mı?"
-Hayır, dedim.
"Ne büyük cesaret!" dedi.
Şaşkındı.
E nolmuş yani, kariyer yapmaya geldim.

Sen git iki yıl ajansta canın çıkana kadar çalış, sonra pilin bitsin.
Öyle garip bir moddayım ki, eve gelip saatlerce uğraşasım gelirdi mutfak, yemek, odamla.
Şimdi yumurta mı kırsam, dolaptaki yemeği mi ısıtsamın zorlu çelişkisi içindeyim. (Yemek için canım anneme teşekkürler!)

Peki ya yüzümün morlukları?
Peki ya İzo'nun ailesi?
Peki ya iş-güç-meşgale?
Pekiii asıl soru şu, nerede o kocaman dalıp dalıp götüren dünya haritası?

Hayata kapılıp gitmeyelim!
Zaten hayatımın en riskli yaşındayım, dile kolay YİRMİ YEDİ!
27 yaşında hayata "Good bye and have a nice day." diyen onca insan...
Uyuşturucu, intihar, kaza; hızlı yaşam.

Neyse ki, hızlı yaşamım yok odamdan mutfağa gitmek bile zor gelirken; kendimi rockn roll life style'i benimsemiş değerlerle bir tutmam ne ironikmiş yazarken anladım.

Büyük işler başarmak, saatlerini bilgisayar karşısında geçirerek bedenen ve ruhen yorulmak, boş boş işlerle uğraşmak, boş işi büyük iş sanmak, topluma dair - zor durumdaki insanlara dair hiç bir atılımda bulunmadan yaşamak, o kadar farklı hayatlar var ki. İnsan neyi seçeceğini şaşırıyor cidden. En iyisi seni neyin mutlu edeceğini anlamak. O da zor be ana...
"Nesi zor be yavrum?"
Demez mi ana, der.

En iyisi mi yumurta kırayım.

PS: Kadınlara yaşı sorulmaz.

2 Kasım 2012 Cuma

Hortum



Anneannemin evindeyim, ama ev normal hali gibi değil. Aynadaki yansımasının içindeyim evin.
Giriş sağdan değil soldan. Karşılıklı odalar yer değiştirmiş.
Mutfak ile dedemin odası da aynen.
Terasa doğru çıkmak istiyorum. Dışarıdan fırtına sesleri geliyor. Çıkmak istiyorum merdivenlerden ama yukarıda bir karartı var.
Bu karartı insan siluetinde, ayak seslerimi duyunca kafasını hızla çeviriyor bana doğru.
“Dışarısı fırtına, içeride oturmalıyız.” Diyorum annem ve anneanneme.
Oturma odasına giriyoruz, yoktur diyorlar herhangi bir şey.
Tehdit yok diye düşünmeleri beni huzursuz ediyor. Çünkü biliyorum, ters giden bir şey var.
Oturma odasına yöneliyorum, arkamdan bir ses.
Uğultu gibi.
Attığım her adımda ses yaklaşıyor.
İçeri girdiğim anda peşimden bir rüzgar giriyor.
Bir anlık dalgınlıktan sonra odanın ortasındaki hortumu fark ediyorum, bizimkileri arkama almaya çalışırken “Bir yere tutunun!” diye bağırıyorum.
Annem oldukça cool, diyor ki “Önce camı, sonra koşarak kapıyı açarsan bize zarar vermeden dışarı çıkar.
Aynen dediği gibi yapıyorum. Hortum hızla çıkıyor dışarı. Göğe yükselip uzaklaşıyor. Evimize bir uğursuzluk uğramış gibi huzursuz hissediyorum. Bize göre değil, yağmur, şimşek, rüzgar dışındaki hava durumları.
Hortum neymiş?
Sıcak vücuduma batarcasına uyanıyorum, anneannem koltukta uzanmış. “Gök gürledi, şimşekler çaktı gece boyu” diyor.
Çok uykum var. Uyuyorum.