2 Ocak 2012 Pazartesi

Siyah Atlar

Biraz fazla kaçırmış olabiliriz; ama alkol çıtam yükseldi söylemeliyim. Yani rüyamın hiç alakası yok damarlarımda dolaşan şarapla...

Bir tarafta güneş var, akşamüstü güneşi... Bir yanda da dolunay. Ama ikisi de aynı anda gökyüzündeler.
Ben ise çimlerin üzerine yüzüstü uzanmışım. Seçmem gerekiyor. Ayı mı güneşi mi seçsem bilemiyorum. Sonra diyorum ki ay, ona bakıyorum heyecanla. Nasıl büyük, nasıl yakın görünüyor. Ayın her yıl dünyaya uzaklaştığını düşünürsek eski bir tarihteyim. Ya da rüya işte bu belki de şimdidir. Yanımda biri uzanıyor, bazen Sibel bazen Esra. Aya odaklanıyorum, nasıl huzurluyum.

Ay bembeyaz yuvarlaklığıyla orada dururken, haritalaşmaya başlıyor. Sanki kendi içinde bölgelere ayrılıyor. Sınırlar çiziliyor. Sonra akıyor o sınırlar. Herkes koşuşturmaya başlıyor, fırtına var gibi çevrede. Telaşa kapılıyorum ama yine de huzurluyum.

Ayağa kalkıyoruz, yanımda güven duyabildiğim dostlarım var ama tek kişi aslında, yüzü sevdiğim dostlarıma dönüşüyor. İki tane at koşuşturuyor, simsiyah görkemli, o kadar yüce ve karizma koşturuyorlar ki ağzım açık yüzümde hayranlık ifadesiyle onlara bakıyorum. Ayın aldığı hali unutmuş moddayım. Ben 1,80lik dev boyumla ayakta dururken atlara kafamı yukarı kaldırarak bakabiliyorum. Benden bir buçuk metre kadar uzunlar. Derin bakan gözleri var, ve bir tanesi ben şaşkınlık ve hayranlıkla bakarken bana dönüyor.
İrkilmiyorum, gözümün içine bakarak diyor ki:



+Ahu ne yapıyorsun?
-Çok beğendim, size bakıyorum. (İngilizliği bırakmam rüyada bile elden, tanımadığım kişiyle senli benli konuşamam - at bile olsa)
+Meteor yağmuru başlıyor; ay parçalanmaya başladı, kaçman lazım. Kaç.

Hızla koşmaya başlıyorum. Yanımda güvenebileceğim kimse yok, yalnızım. Balıkesir'deki eski evimizin sokağında buluyorum kendimi. Eski evimize koşuyorum. Evde hazırlanıyorum. Sadece bir sırt çantası ve bir sweatshirt.

Dışarı çıktığımda hava durulmuş, güneş var ama yakmayan. Kıyafetim tam havaya göre. Sırt çantamı yeni almışım sanırım. Yürüyorum, yollar İzmir yolları ama Aliağa, Şakran falan, Foça yolu var... Çocukluğumun tüm yazlarını geçirdiğim ve neresi yasaksa heyecanlı ve güzel gelen yerlerden geçiyorum, rafineri, pirinç tarlaları, "Acaba diyorum şu kayayı kaldırsam altından akrep çıkar da kaçışırmıyız sağa sole tüm kuzenler? Ananem bu kadar çocuğun sorumluluğunun verdiği stresle bağırır mı barakalara geri dönünce? Salih Dedem ağacın gölgesinde sandalyede oturuyor mudur? Ranzanın üstünde midir hala 'Bir Genç Kızın Gizli Defteri' kitabım?" Yol kenarında aç köpek ve kediler var. Birden tenhalaşıyor yollar. Burda ölsem açlıktan beni yerler diye düşünüyorum. Yürüyorum, yollar İzmir olmaktan çıkıyor İstanbul'a dönüşüyor. Ama öyle bir İstanbul ki yürüyorsun boylu boyunca boğazı sonunda yürüdüğün yer boğaz köprüsüne bağlanıyor. Bir durak buluyorum, düşünüyorum köprüyü otobüsle mi geçsem diye.

O sırada geliyor, boyu uzamış, zayıflamış. Şaşırmıyorum, sanki o hep oradaymış ve ara ara görüşüyormuşuz gibi. Yaşıyor gibi. "Ahu diyor, izini bilmediğin yola girme. Tenhaları tercih etme. Bu senin yolculuğun ama çok risk alma." O'na güveniyorum, aklıma gelmiyor artık fiziken olmadığı. Birlikte yürümeye başlıyoruz. Bana çalıştığı yeri gösterip, mutluluğundan bahsediyor. İçim umut doluyor. Hoşçakallaşıp yola devam ediyorum. Saçlarım toplu, gözümde güneş gözlüğüm yok, gözlerim yanarak uyanıyorum.

Uyandığımda içim huzur dolu, güzel şeyler olacak gibi hissediyorum. Yeni yılın ilk günü gördüğüm bu rüya anlamsız olamaz. Kırıcı gibi gelse de yapıcı bir rüya olduğunu düşünüyorum. Sanki bir yıkımdan çıkıp huzur bulacakmışım giden şeyler geri gelmese de onların geride kalabileceğini ve yarının umut dolu olduğunu düşündüm. Keyiflendim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder