27 Nisan 2014 Pazar

Arabesk Aşkına

Selami Şahin şarkıları dolanır gün içinde dilime.
Bağıra bağıra söylerim evde ve yalnızsam.
Yalnızlık ve ev kavramları dost gibiler benim için.
Son dönemde nadir bulunabildiğim dört tarafı duvarla çevrili beton parçasında en sevdiğim kısım odam.

Damacana. Arada kendini mutfak civarında gösteren minik başörtülü dişi karafatmalar ve haftasonu ziyaretine gelen sevdiklerimin gidişi.

Damacana yeminlen mantık evliliği sebebi. O dev su yığını o koridordan mutfağa kadar nasıl yol alır?
Tatlı cadı olsam burnumu iki kıvırır gönderirdim mutfağa. Tatlı cadı olsam gerçi salondaki koltukları şişme, şeffaf koltuk yaparım önce burun piti pontisiyle.

Minik etekli modelleri de karşımıza çıkar, geleneksel baş örtüsü takmış olanları da. Nedense cinsiyetleri hep dişi gelir bana karafatmaların, bir çirkeflik görüyorum belki de ruhlarında (bir çoğunun ruhuna El Fatiha). Bu sevimlileri görünce vücuduma bir haller oluyor, yanlış yöne çekilebilir diye etkileri yazmayacağım ama şekilsizler işte içimi ürpertiyorlar. Terlikle saldırsam oluyor, böcek ilacı sıksam olmuyor. Olsa bile cesetle baş edemiyorum. Seri katil olamazmışım, buradan belli. Yalnızlığın en büyük baş belası işte bu siyah yaratıklar.

En serti; aileden, dostlardan birinin haftasonu için kalıp, Pazar akşamı gitmesi. Gitme Tülay, geri dön diye ağlıyorum hep arkalarından. Gidiyorlar.

Sevgiler.

26 Nisan 2014 Cumartesi

Deniz kenti

Bazen ne yaparsan yap olmuyor bazen demiş büyük "üstad" Teoman.
"Elinden gelenin en iyisini yap" der hayatımındaki en sert ve disiplinli erkek, dedem.

İnsanın takdir edilmesinin önemine her zaman inandım, her zaman takdire şayan durumlarda dile döktüm hislerimi, düşüncemi.
Kimisi de susmaktan, yargılamaktan yana.

Uzun zamandır düşündüğüm, tasarladığım gibi geçmiyor zaman. Geçemiyor.
Sevdiğim insanlara daha çok zaman ayırmak istediğimde bu şehirden uzaklaşmam gerekiyor. (Neyse ki birkaçı da bu şehirde) Sevdiklerim geldiğinde de hep koşuşturma ile geçiyor. Çünkü, bu şehir insanı gerçekten uzak kılıyor.
Peki çözüm nedir bu noktada? Sistemin kölesi olunan bir sektörde saatlerini geçirip, belli bir zaman sonra verimsizleşmek mi?

İnsan çok yönden besleyebiliyor kendini, herkesin beslenme şekli farklı. İnsanlar, doğa, gözlem ve kendimle geçirdiğim zamanlardır beni besleyebilen. Zamansızlık ise büyük düşmanı doyumun.
Öyleyse çekip gitmeli mi, zamanın sana kalabileceği diyarlara?

Huzurlu hüznün dayanılmaz hafifliği.

6 Nisan 2014 Pazar

Zifiri

"Peki hiç mi ışık yok, sızıntı şeklinde olsa bile?"
"Ne yazık ki."

Görme engelli insanların gözünden yaşamı deneyimleme fırsatı sunan "Dialogues in the Dark" taydık Cumartesi günü. Sergi 30 ülkede, 135 şehirde yer almış 8 milyona yakın ziyaretçisiyle daha önce.

Karanlık bir oda düşün, bir müddet sonra o karanlığa alışıyorsun. Mutlaka dışarıdan süzülen sokak lambası ışığı, laptopun minik mavi ışığı gözlerini karanlığa alıştırıyor. 

Elimizde görme engelli bastonlarıyla zifiri karanlık labirente girdiğimizde kalp atışlarımın yükselişini an be an hissettim. Derin nefesler almama rağmen bir müddet sakinleşemedim. Üstelik önümde dünyada en çok güvendiğim insanlardan ikisi vardı. 
Bu karanlığa alışmam daha uzun zaman alıyor, görmedikçe gözlerimi açıp kapatıyorum.
İnsan yaklaşık 15 dakikada alışabiliyor, bir süre sonra gözünü kapatsa da açık da tutsa aynı karanlığın içinde olduğu anlıyor.

İstanbul'un farklı noktalarını deneyimlediğimiz sergide beni iki nokta çok etkiledi: motor ve trafik ışıkları.

Motora biniyoruz, rüzgar kuvvetli esiyor ve baya üşüyoruz. Nihan ve Funda hemen yanımda oturuyorlar, sağ taraftan uçan bir martı sürüsünün sesini duyuyoruz dalgaların sesi ve rüzgarın dokunuşuyla birlikte. Martıların sağımızda uçtuğunu bildiğimi ve beynimde denizin mavisini, beyaz martıları, batan güneşi hayal ettiğimi dile getiriyorum. Kuzen diyor ki; "Beyaz olduğunu bilmiyorsun, beyaz olduğunu biliyorsun ama beyazın ne olduğunu bilmiyorsun."

Tokat gibi. Denizin mavisini hayal edebilirim, dalgaların köpürmesini. Ama kör olsaydım; bunları sadece anlatılan kadar ya da dokunduğum, duyduğum, tattığım, kokladığım kadar bilecektim. 
Karanlığın içinde hayal gücüme bağlı olacaktı nesneler, yaşam.

Sonra karşıdan karşıya geçmek için bekledik.
Işıktan birden ses yükselmeye başladı; 
"Şimdi karşıya geçebilirsiniz. Şimdi karşıya geçebilirsiniz. Şimdi karşıya geçebilirsiniz. Şimdi karşıya geçebilirsiniz. Şimdi karşıya geçebilirsiniz. Şimdi karşıya geçebilirsiniz. Şimdi karşıya geçebilirsiniz."

Daha önce hiç anlam yüklememiştim bu sese; ama görme engellilerin İstanbul'un deli trafiğinde bu ses olmadan karşıya geçmeleri mümkün değil.
Ne kadar anlamlıymış, ne kadar dokunaklı.
Bu ses kaydını yapan kişi; sesi biraz mekanikleşse de oldukça içten, duygusal ve duyarlı biri imajı oluşturdu beynimde.

Herkesin gidip deneyimlemesi gereken bu sergiyi şiddetle tavsiye ediyorum.
İçeride muhteşem deneyimler var spoiler vermek istemediğim, gidip görmeli.

Bize rehberlik eden görme engelli Ali Bey'den bir rica:
Görme engellilere yardım etmek istediğimizde, karşımızdakine kolumuza girmelerini teklif etmek çok daha uygunmuş. Biz onların koluna girdiğimizde çekiştiriyormuşuz istemeden, ama onların bizim ritmimize uyum sağlamaları daha kolaymış.

Bir de görmek istemediği gerçekler var kişilerin.
Gerçek tüm çıplaklığı ile ortada; ama kör oluyorsun.
Algı ve farkındalık çok önemli bu noktada.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Kask

En son 13 yıl önce alternatif bir konsere gitmişler ve yabancılaşmanın sözlük anlamını yaşamışlardı.
Kız soğuk ülke Kanada'dan dönmüş, kalbi buz tutmuştu. Çocuk ise Napoli sahillerinde kalbini soğutamamış, kim bilir belki kaç gönül sığdırmıştı güm güm atan kalbine.

Uzun süre konuşmadılar, sustular.

Kendilerini bulmak için yollara vurdukları doğruydu.
Başka insanlarda ritm tutan kalplere yaklaşıp ritmi yakalayamadıkları, kimi zaman ise oldukça yaklaştıkları çok doğruydu. Tüm yaşananların ötesinde birbirlerinde buldukları belki de 15 yaşlarındaki ilk görüştü. Çocuğun burnu havadalığı, kızın durmak bilmeyen hayal dünyası.
16 yaşlarındaki Napoli sahilinde meltemle birlikte yapılan bir yürüyüştü.

Belki de ilk üniversite yıllarında, 17 yaşlarında Floransa'da sürekli aynı bara gidip, birlikte yürümekten bıkmamalarıydı. Floransa kıza göre bir masal kenti; erkeğe göre ise aşklarının şehriydi.
Çocuk havalardan yere inip ayağı yere basmaya başladıkça, kız havalanmıştı belki de. Kim bilir.
Şımardı.
Bu şımarıklığın tüm hayatını etkileyeceğini nereden bilebilirdi?
Çocuk bir gün Floransa'nın arnavut kaldırımlarında ayakkabısını delmek istercesine ayaklarını yere sürte sürte yürümüştü. Bu kızın aklına takıldı. Taktı işte.
Çocuk ise kola içmemeye karar vermişti bir gün kız kolayı höpürdeterek içti diye. Takmıştı.

Doğrular ve yanlışlar yoğundu.

Kask bile olsa binmem dedi kız, motora.
Motorumla geleceğim dedi çocuk, kızın ne denli korkak olduğunu unutmuştu.
İnsanlardan korkması gerektiğini bir türlü öğrenemeyen korkak kız.
Yaşar Kemal araya girdi ve dedi ki: "O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık."